Oxford sözlüğü 2025'in kelimesini 'öfke yemi' olarak seçti. Evet, yanlış duymadınız: Öfkemiz, artık sadece bir duygu değil; bir strateji, bir algoritma hamlesi, hatta dijital dünyanın yeni para birimi. Peki bu bize ne anlatıyor?
Her Şeyi Ateşe Veren Bir Tetik: Öfke
Sosyal medyada son yıllarda oluşan atmosferi düşünün: Kimsenin gerçekten konuşmak için durmadığı, herkesin birbirinin üzerine hızlıca 'tepki yığdığı' bir alan. Bir başlık görülüyor, bir video açılıyor, bir cümle duyuluyor… ve saniyeler içinde büyük bir alev yükseliyor. O kadar hızlı, o kadar kontrolsüz ki bazen aynı başlık altında dakikalar önce ne konuşulduğunu bile hatırlayamıyorsunuz. Sanki hepimiz gizli bir start düğmesi bekliyormuşuz gibi. O düğmeye basıldığında bir anda parlayan, öfkeden beslenen bir kalabalığın içinde kayboluyoruz. Aslında kimsenin asıl derdinin ne olduğunu bile anlamadan… sadece daha çok bağırarak daha haklı görünmeye çalışıyoruz. Öfke artık reaksiyon değil; neredeyse bir refleks.
Küçücük Kıvılcımlar, Dev Bir Gerginlik
Eskiden insanları ayağa kaldıran meseleler daha büyük, daha somut, daha hayatın içindendi. Bugün ise bir videonun yanlış kırpılmış 5 saniyesi, bir çevirinin fazla iddialı tek bir kelimesi, hatta hiç ilgimiz olmayan bir konuda gördüğümüz bir tebessüm bile kitleleri birbirine düşürmeye yetiyor. Çünkü algoritmalar bizden bir şey bekliyor: Duygu. Ama neşeyi büyütmek zahmetli, sevgiyi örgütlemek zor, merakı beslemek zaman alıyor. Öfke ise hızlı, kolay ve hemen parlayan bir kıvılcım gibi. Bu yüzden platformlar en çok onu öne çıkarıyor. Biz de öfkeye her dokunduğumuzda 'görünür' olduğumuzu sanıp onu daha da büyütüyoruz. Kendi kendini besleyen, sürekli genişleyen bir çarka dönüşüyor bu döngü.
Algoritmaların Bizi Bizden İyi Tanıdığı O Gerçek
Artık hepimiz farkındayız: Sosyal medya dediğimiz yer, rastgele içeriklerin önümüze düştüğü bir yer değil. Bizi bizden daha iyi tanıyan, duygu düzenimizdeki en ufak değişikliği bile sezebilen bir sistem var karşımızda. Hangi saatlerde canımızın sıkıldığını, hangi konularda daha kırılgan olduğumuzu, hangi kelimelere daha çabuk tepki verdiğimizi biliyor. Ve işin tuhafı, bazen bizim bile fark etmediğimiz hassasiyetlerimizi işleyip karşımıza koyabiliyor. Sanki biri sürekli omzumuza dokunup 'Bak, buna da sinirlenebilirsin' der gibi… Bu yüzden bazen o tepki gerçekten bize mi ait, yoksa sadece bir algoritma bizi yönlendirdiği için mi oluşuyor, emin olamıyoruz. Ve bu belirsizlik insanda hafif bir ürperti bırakıyor.
Peki Öfke Gerçekten Bizim mi?
İşte asıl kırılma noktası burada. Toplumsal olarak gerçekten bu kadar gergin miyiz? Yoksa sürekli 'gergin olmamız' beklendiği için mi böyle hissediyoruz? Bir sabah çok da önemsiz bir haberle uyanıp dakikalar içinde tüm moralimizin bozulmasına alıştık. Bir videoda tanımadığımız insanların tartışmasına öfkelenip saatlerimizi o duyguyla geçirmeye alıştık. Belki de artık günlük hayatın normal akışında hissettiğimiz öfkenin büyük kısmı bize bile ait değil. Üzerimize düşen görünmez bir sinir bulutu, aslında hiç fark etmeden maruz kaldığımız dijital gürültünün kalıntısı olabilir.
2025, Aynaya Daha Dürüst Bakma Zamanı
Oxford'un 'öfke yemi' seçimi bana göre sadece bir kelime belirlemek değil; toplumlara gösterilen bir uyarı ışığı. Çünkü öfke artık bireysel bir duygu olmaktan çıktı ve kolektif olarak yönetilen bir sisteme dönüştü. Kim hangi konuda tetiklenecek, kimin sinir uçları nerede, hangi hassasiyetler daha kolay harekete geçiriliyor… Bütün bunlar günümüz dijital düzeninin haritası gibi okunuyor. Ama belki de bu yıl, bu haritanın dışına çıkmayı deneme yılıdır. Öfkeden önce bir adım geri çekilip 'Bu gerçekten benim duygum mu, yoksa önüme servis edilen bir menü mü?' diye sorma yılıdır. Çünkü en sonunda şunu fark ediyoruz: Öfke artık kendiliğinden büyümüyor. Biz izin verdikçe büyüyor. Ve belki de en radikal hareket, öfkenin bizi yönetmesine izin vermemeyi seçmek olacak.
