Geçen gün, şehrin en işlek caddesinde yürürken burnuma bir koku geldi. Islak toprak kokusu... Bir inşaatın temelinden geliyordu. Durdum. O tozun, gürültünün, egzoz dumanının arasında bir anda istemsizce gözlerim doldu. Çünkü o koku, beni saniyeler içinde çocukluğuma götürdü.
Dizlerimin yara bere içinde kaldığı, ellerimin çamurdan kapkara olduğu, akşam ezanı okunmadan eve girmediğimiz o günlere... Bizim sokağımızda ağaçlar, çiçekler vardı. Şimdi yerlerinde devasa rezidanslar var. Bizim gökyüzümüz vardı, uçurtma uçururduk. Şimdi o gökyüzünü görmek için başımızı 90 derece kaldırmamız gerekiyor, yine de gri bir boşluktan başka bir şey görünmüyor.
Boğuluyorum. Yemin ederim bazen bu şehirde nefes alırken ciğerlerime hava değil, keder doluyor.
Büyüyoruz dediler, medeniyet dediler. Medeniyet bu mu? Bir ağacın gölgesine sığınma hakkımızın elimizden alınması mı? Sabah kuş sesi yerine beton mikserinin sesiyle uyanmak mı gelişmişlik?
Sosyolog Max Weber, modern aklın 'dünyanın büyüsünü bozduğunu' söylerken haklıydı. Aklımızla dünyayı güvenli kıldık belki ama karşılığında ruhunu aldık. Eskiden o ağacın bir büyüsü, ruhu ve hikayesi vardı... Ama biz her şeyi hesaplanabilir, ölçülebilir, alınıp satılabilir birer nesneye indirgedik. Doğayı kutsal bir yaşam alanı değil, sadece üzerine inşaat yapılacak bir metrekare, bir 'parsel' olarak görmeye başladığımızda o büyü bozuldu. Tüm güzellikleri 'şey'leştirdiğimiz gibi doğayı da bir eşya, bir nesneye dönüştürdük.
Duygularımız da öldü...
Bir çiçeği koparmaya kıyamayan çocuklardık biz, şimdilerde ormanları yok eden makinelere imza atan büyüklere dönüştük. Ya da o makinelere sessiz kalan, büyüsü bozulmuş yığınlara...
Bu sadece bir çevre meselesi değil, bu bir yurt meselesi. Yanlış algılanmasın; sınırlarla çizilmiş birkaç yüz kilometre değil sözünü ettiğim... Zira insanın yurdu, sadece doğduğu ülke de değildir; insanın yurdu topraktır. Biz toprağımızı kaybettik. Ayaklarımızın altındaki zemin; beton, başımızın üstündeki tavan; beton. Kalbimiz de betonlaşsın istiyorlar. Katılaşalım, hissetmeyelim, o ağaç kesilirken canımız yanmasın istiyorlar.
Ama yanıyor. Benim canım yanıyor.
Bir parkta, yapay çimlerin üzerinde oynamaya çalışan bir çocuk gördüğümde içim eziliyor. Ona, bir ağaca tırmanmanın verdiği o özgürlük duygusunu, dalından koparılan eriğin tadını, toprağa uzanıp bulutları izlemenin huzurunu nasıl anlatacağım?
Affet bizi çocuk. Sana betondan kaleler bıraktık, yeşil bahçeler yerine.
Ama söz veriyorum, en azından o betonun çatlağında açan bir papatya olmak için direneceğim. Sırf sen, 'Bu dünyada güzellik de varmış' diyebil diye.
Sevgiyle, Umutla...
