Gözlerinizi kapatın ve o 'çıt' sesini duymaya çalışın. Hani şu, statik elektrik yüklenmiş tüplü televizyonun düğmesine bastığınızda çıkan, ardından hafif bir cızırtının takip ettiği o ses. Ekranda görüntü belirmeden önce, o statiğin kokusunu bile alırdık sanki.
Peki pazar sabahı dediğimde, burnunuza başka ne kokusu geliyor? Muhtemelen sobanın üzerindeki kızarmış ekmek ya da mutfaktan sızan patates kızartması kokusu...
Takvim yaprakları 2000'lerin başını gösteriyor. Henüz akıllı telefonların elimize yapışmadığı, tabletlerin icat edilmediği, 'Pazar' kavramının gerçekten 'durmak' anlamına geldiği yıllardayız. Bizim için pazar günü, haftanın en kutsal, en renkli ama akşamına doğru en hüzünlü günüydü.
Sabahın Erken Saatleri... Çizgi Filmler ve Gazete Ekleri
2000'lerde bir çocuksanız, pazar sabahı alarm kurmanıza gerek yoktu. Hafta içi okul için zorla uyanan o bünye, pazar sabahı açıklanamaz bir enerjiyle saat 08.00'de cin gibi dikilirdi ayağa.
Salondaki o koca televizyonun karşısına kurulurduk. Kanallar sınırlıydı ama dünyalarımız genişti. Bir yanda TRT'nin kovboy filmleri, diğer yanda özel kanalların renkli dünyası: Hugo ve Tolga Abi'nin bağırışları, Pokemon'un yeni bölüm heyecanı ya da Digimon... Biz o sabahları çizgi film kuşaklarıyla tüketirdik. Kahvaltı sofrasına oturana kadar gözümüz ekrandan ayrılmazdı.
Kahvaltı demişken; o zamanlar kahvaltılar 'serpme' değil, 'birleştirici'ydi. Gazetelerin verdiği o kalın pazar ekleri masanın bir kenarında durur, babalar siyaset sayfalarına, biz ise en arkadaki 'bulmaca ve karikatür' sayfasına gömülürdük.
Öğleden Sonra... Sokak ve İnternet Kafe Arafı
2000'lerin ortalarına doğru sokak kültürü ile dijitalleşme arasında sıkışmıştık. Pazar öğleden sonrası demek; eğer hava güzelse 'Akşam ezanı okunmadan evde ol!' uyarısıyla sokağa fırlamak, taso oynamak, bisiklet sürmek ya da mahalle maçı yapmaktı.
Eğer biraz daha büyümüşsek, harçlıkları denkleştirip o loş internet kafelere koşmak, Counter-Strike'ta 'dust2' haritasında kaybolmak ya da GTA Vice City'de görev yapmadan öylece araba sürmekti. Zaman o saatlerde hızlı akardı. Pazar gününün en büyük hilesi buydu; sabahı yavaş, öğleden sonrası ışık hızındaydı.
Ve O Büyük Hüzün... Pazar Banyosu ve Akşam Eğlencesi
Güneş batmaya başladığında, içimize o tanıdık sıkıntı çökerdi. 'Pazar Günü Sendromu'nu biz plazalarda değil, soba kenarında öğrendik.
Pazar akşamı ritüeli değişmezdi: Banyo. Göz yakan o yeşil kalıp sabunlar, liflenmekten kızarmış bir cilt ve banyo sonrası sobanın ya da kaloriferin yanına kıvrılıp saç kurutmak... Tam o esnada televizyon açılır ve pazar hüznünü dağıtmaya çalışan o tanıdık yüzler belirirdi.
Eğer şanslıysak ekranda Süheyl ve Behzat Uygur'un rengarenk takım elbiseleriyle sunduğu 'Şahane Pazar' vardı. Balon patlatma yarışmaları, kafalarda kırılan yumurtalar ve stüdyoyu dolduran kahkahalar, yarın sabahki matematik dersini bir süreliğine unuttururdu.
Ya da kanallar arası gezerken, Star TV veya Kanal D'nin klasik pazar sinemasına denk gelirdik. Defalarca izlediğimiz halde yine güldüğümüz bir Kemal Sunal filmi veya dublajıyla hafızamıza kazınan bir Jackie Chan aksiyonu... Filmin sonundaki o hatalı sahneler ekrana geldiğinde, pazar gününün tatlı anlarından birini daha yaşamış olurduk...
Yarını Beklerken...
Ancak film biter, jenerik akar ve kaçınılmaz gerçekle yüzleşirdik. İçeriden gelen ütü kokusu... Masmavi önlüklerin, kolalı beyaz yakaların buharla buluştuğu o koku, hafta sonunun bittiğinin resmi ilanıydı adeta. Çantalar hazırlanır, beslenmeler tezgaha konurdu.
Şimdi pazarlarımız çok daha hızlı, çok daha 'bağlantılı' ama bir o kadar da kopuk. Bildirim sesleri arasında o tüplü televizyonun cızırtısını özlüyoruz. 2000'lerde çocuk olmak, teknolojiyle tanışmak ama sokaktan da kopmamaktı. Ve en önemlisi, Pazar akşamının hüznünü, Pazartesi sabahının umuduyla takas etmeyi öğrenmekti.
Herkese, o günlerin tadında, iyi pazarlar.
